Verandamda oturmuş kahvemi yudumluyorum.
Bir yandan da çevremi süzüyorum...
Dallarını yeryüzüne doğru halı gibi deviren ağaçlara, gökyüzünde dans eden bulutlara,
ayağımın altından usulca akan dereye bakıyor, başımın üstünden teğet geçen kuşlara selam çakıyorum. Gözümün önünden süzülüp giden kısa ömürlü beyaz kelebeklere göz kırpıyorum.
Uzaktan, taaa derinlerden gelen vidanjörün sesine karışan sahildeki can kurtaranın ara ara megafondan yaptığı uyarı sözcüklerine kulak kabartıyorum.
Bir an, sanki bu dünyada yaşamıyormuşum da bana ait bir krallıkta hüküm sürüyormuşum hissinin rahatlığına kapılıyorum.
Kendi krallığım...
Huzur...
Sessizlik...
Dinginlik...
Sonra bir yudum daha alıyorum orta şekerli kahvemden, hiçbir şeyi ve hiç kimseyi umursamayarak...
Sanki koca dünya bana kalmışçasına...Sanki yaşadığımız alemde hiç dert, tasa, kötülük ve kötü insan yokmuşçasına...
Sanki pembe bir rüyanın içinde uykuya dalmışçasına...
Uyanmayı hiç istemediğim düşler ve güzelliklerin tam orta yerindeyim.
Fincanın dibinde kalan kahveyi son kez hürplettiğimde ise gerçekliklerden uzak, sonsuzluk uykusuna dalmayı diledim o an. Çünkü burası o kadar aydınlık ki...Öylesine huzurlu ki... Ve öylesine iyilik yüklü ki...Kirli dünyanın, kirlenmiş insanlarının ve çarpık düzeninin arasına dönmeyi hiç istemedim.
Ta ki alnıma düşen bir damla yağmurun yüzümde bıraktığı ıslaklığa kadar...
Burada herşey çok güzel ve masalsı olmasına rağmen krallığımın kapısını aralayıp gerçek dünyaya geri dönmenin vaktinin geldiğini anlıyorum yağmur damlasından.
Akıp giden dereye karşı bacaklarımı uzatarak oturduğum sandalyeden doğruluyor, elimde tuttuğum ve düşlerime eşlik ederken ne zaman bitiverdiğini anlayamadığım kahve fincanını masanın üzerine bırakıp, gardımı alıyorum yeniden!
Dünyadaki gerçekliğin zalimliğine karşı koymak adına gardını almak zorunda kalmanın hüznü içinde...
Ama krallığımda yaşadığım birkaç dakikanın yüzümde bıraktığı mutluluğun iziyle...
Dönüyorum dünyaya...
Esen kalın.